BİR AYDINLANMA PROJESİ: ÇOCUĞA HAK ARAMAK
Aydınlanma düşüncesinin devlet ve bireye dair yeni tanımlamalar getirmesi, insanlığın arketipi olan çocuğu da tanımlamayı zorunlu kılmıştır. Modern iktidarın ve modern toplumun yavaş yavaş yeni şekline hazırlandığı bu dönemde çocuk da yeniden var oldu. Modernleşme, çocuğu salt biyolojik bir kategori olarak görmeyip onu toplumsal bir kurguyla yeniden tanımladı. Bu yüzden modern çağın çocuğu iki kere dünyaya gelir: birincisi anladığımız anlamda biyolojik bir doğum olarak ikincisi içine doğduğu toplumsallığın şekillendirdiği bir nesnel araç olarak. [1]
Aydınlanmacı düşünürler skolastik düşünceye, kilisenin devlet ve bilgi üzerindeki otoritesine karşı çıkarak yeni bir söylem geliştirdi. Bilimsel, deneyimsel, pozitivist ve seküler karakterdeki bu söylem bireyi, devleti ve doğayı yeniden tanımladı. İnsan bireye dönüşürken “tanrı” ve devlet karşısında daha özgür bir zemin yakalamaya çalıştı. İnsanın özüne dair bu tartışmalar bireyi devlet karşısında daha güçlü yapmayı hedefliyordu. Nitekim, sonrasında gelen toplumsal sözleşmeler bu çabanın bir sonucuydu. Bu sözleşmelerde geçtiği üzere devletin muhatabı olarak bireyin elit sınıfın erkekleri olduğu görülür. Erkeği muhatap alan bu toplumsal sözleşme ve diğer tüm hukuk metinleri kadınları, çocukları ve yaşlıları içeren özel maddelere sahip olmayan dışlayıcı karakterdeydi. Çocukların ilgili sözleşme ve bildirilere dâhil edilmesi ve hatta çocuklar için özel uluslararası geçerli sözleşme metinlerinin hazırlanması çok daha sonraları mümkün olacaktır.
İnsanı otorite (kilise+devlet) karşısında güçlü kılmak için verilen mücadele, çocukluğu da ayrı bir kategori olarak kabul etme sonucunu doğurdu (Postman, 1995: 8). Çünkü skolastik düşünceye göre insan günahla doğardı ve yaşam boyu bu kirlerinden arınmanın yolu kilisenin din eğitiminden geçmekti. Ta ki tanrının inayetine ulaşmak mümkün olsun (TAN, 1994: 23). John Locke insanların dünyaya tabula rasa (boş levha) ile geldiğini dolayısıyla da ne iyi ne de kötü sayılamayacağını iddia ederek din eğitimine radikal bir karşıt görüş geliştirdi. Bu radikal iddia ile çocuk yetiştirmenin deneyime, eğitime, ölçülebilir değerlere bağlı olduğunu söyleyerek pozitivist-seküler bir pedagojiyi savundu. Oyun, özgürlük, eğitim, öznellik bakımlarından çocuk lehine bir paradigma geliştirmiş oldu. Rousseau bu görüşleri daha da ileri boyuta taşıyarak pedagojinin, en iyi doğanın bağrında ve doğal biçimde uygulanabileceğini savunmuştur. Çocuğun lehine olan eğilimleri dinde değil de doğa ve toplumda arayan bu tür görüşler, 18. yüzyıldan sonra çocuk yetiştirmeye yönelik çok sayıda el kitabının, akım ve uygulamanın önünü açmıştır (İNAL, 2007: 76). Analitik düşüncenin ağırlıkta olduğu yeni çağın düşünme şekli tanımlayıcı, sınıflandırıcı, evrimci, pozitivist, Batı merkezli ve ataerkil özelliklere sahipti. Çocukluk tanımı da bu özelliklerden elbette ki nasibini alacaktı (AKBAŞ & TOPALOĞLU, 2009: 97).
Her ne kadar çocukluğun tanımı yapılsa da bu dönemde çok farklı çocukluk görüntüleri ortaya çıkmıştır. Kapitalizmle birlikte gelen burjuva hayatı ve bilimsel ilerleme, modern pedagojinin okul ve eğitim vurgusu ile birleşince ortaya seçkin ailelere mahsus bir çocuk tasarımı çıkar. Sınıfsal, etnik ve cinsiyet temelli imtiyazlı bir “çocukluk” oluşturulurken, bu gruba ancak belirli toplumsal gruplar dâhil olabilmiştir. “Burjuva ailesinin oluşumuyla birlikte çocuk özel ilgi, duygusal yaklaşım, rasyonel eğitim ve disiplinli bir hayat temposu içinde yeniden tanımlanmış ve giderek çocukluk ayrı ve özel bir yaşam evresi olarak tanımlanmaya başlamıştır. Çocuklar, bu dönemden sonra bilimsel akımların da dikkatini çekerek hümanist bir projenin-mücadelenin yapı taşları olarak dikkate alınmıştır (İNAL, 2007: 17-18). Çocukların kırılgan, savunmasız, eğitilmesi gereken, masum ve saf olduğunu düşünen hümanist düşünce paternalizmin etkisiyle birleşiyor; rasyonel olmadığı düşünülen çocukların rasyonel irade sahibi kişilerin eğitim ve yaşam anlayışlarına mecbur bırakılmasını öngörüyordu.
İmtiyazlı olarak kabul edilmeyen alt sınıfın ve işçi ailelerin çocuklarına düşense fabrikalarda uzun saatler boyu ağır şartlarda çalışmaktı. Sanayileşmenin hızla arttığı bu dönemde çocuk emeği ciddi şekilde sömürülmüştür. Çocuklarda çeşitli sağlık problemleri görülürken onların eğitimden mahrum kalmaları da ayrı bir mağduriyeti doğurmuştur.
Modern pedagoji, paternalizm düşüncesiyle birleşince çocukların öznelliği daha büyük bir yara almıştır. Günümüz çocukları ya okullara gönderilmek suretiyle sisteme kalifiyeli eleman yetiştirilerek hayatları planlanmakta yahut çeşitli işlerde çalıştırılarak emek sömürüsüne maruz kalmaktadır. 80’lerle birlikte hızlanan neoliberal piyasa bu kez çocuğun dünyasını çalarak çocuktan bir tüketim toplumu oluşturmaktadır. Öte yandan çocuklukla birlikte dönüşen aile yapısındaki yeni ebeveyn rol tanımları, çocuk öznelliğini olumsuz etkilemiştir: “Aileler gardiyanlara, muhafızlara, koruyuculara,baskıcılara, bakıcılara, cezalandırıcılara, beğeni ve dürüstlük hakemlerine dönüşürken onların beklentileri ve sorumlulukları daha da ciddileşmiş ve zenginleşmişti (POSTER, 1989: 33).
Günümüz dünya sistemine baktığımızda çelişkilerle dolu çocuk fotoğrafları görebiliriz. Bir yandan oldukça müspet bir çocukluk resmi ile çocukluk kutsanırken diğer yandan küçük bedenleri sahillere vuran Aylanların, binlerce işçi Oliwer Twistlerin olduğu bir dünyada çocuğu konuşmak her zamankinden daha elzemdir.
Yani dünyanın çocuk karnesi ise parlak değil. Bugün çocukların doğrudan hedef hâline geldiği pek çok trajik vak’a yaşanmakta, çocuklar bu acımasız dünyanın en ağır bedellerini ödemektedir.
Günümüz kentlilik yapısı ve modernize edilen toplum hayatı çocukları kuşatmış durumdadır. Tam güne geçilen eğitim sistemi yüzünden günün çoğu saatini okulda geçirmek, yoğun okul temposu ve daralan yeşil alanlar nedeniyle oyun oynayamamak, abartılmış nezaket ve ayıp kurallarına uymak, medya araçlarına aşırı maruz kalmak, sosyal medyada teşhir edilmek, mahremiyetlerini yeterince koruyamamak, genetiğiyle oynanmış gıdalar ve hazır paket ürünler yüzünden sağlıklı yiyeceğe ulaşamamak gibi kentli çocuğun kaderinde olan bazı sıkıntılar bulunmaktadır. Bu ve daha nice sıkıntı, modern kentli çocuğun trajedisidir. Ailelerin beklentilerini karşılamak zorunda bırakılan bu çocuklar, hakların en büyüğünden mahrum kalmaktadır: çocuk olma hakkı.
Peki, ne oldu da skolastik kalvinistçi düşünceye karşı mücadele ederek çocuğa müstakil bir alan açan, onu yetişkin dünyasından ayırarak çocukluk özelinde onu yeniden tanımlayan, onun özgürlüğünü ve biricikliğini tartışan aydınlanmacı düşüncenin ardından dünya böylesi bir çocuk trajedisini yaşıyor? Çocukların saflığı ve masumluğuna vurgu yapan romantik ve hümanist felsefe neden çocukları bir an önce yetişkinliğe geçiren okullaşma ve medya karşısında aciz kalıyor? Neden devlet, toplum, medya ve piyasa tarafından kuşatılan çocuğu kurtarmanın ve ona varlık âleminde yeni bir sayfa açmak gerektiği, aydınlanmacı düşüncenin iflas ettiğini ve çocuğu tanımlarken yeni referanslara ihtiyaç duyulduğu yeterince tartışılmıyor? Neden sadece Batı’nın yaşadığı aydınlanma tecrübesi zamanla tüm dünyanın kaderine dönüşerek çocukluk, küresel bir olgu olarak tanımlanıyor?
İlk olarak bilinmelidir ki “çocuk insan yavrusu değildir, ayrı bir âlemdir.” Çocuk biyolojik olarak yetişkinin devamından ibaret bir canlı olmaktan çok daha fazladır. O, Yaratıcı’nın bahşettiği bir metafizik gerçekliğe ve düşünce yapısına sahiptir. Çocuk en çok bu yönüyle yetişkinden ayrı ve beridir. Zaman ve mekân gibi unsurlar, boyutlar, anlam dünyaları, evren okuması, eşyayla kurduğu münasebet kendine özgüdür, çocukçadır, çocuksudur. O yüzden çocuğu yetişkinden ayırarak kategorize etmenin yegâne yolu kıyafet, yemek, oyuncak, kitap ve medya gibi maddi unsurlarla değil onun zihinsel arka planını ve fıtrat boyutunu düşünmektedir. Bugün çocukların çok çabuk birer yetişkin olmaya başlaması, çocukluğunu yitirilmesi sadece yetişkinlerle aynı şeyi izleyip aynı yemeği yemesi, aynı enformasyona sahip olup aynı dünyaya hazırlanmasından değil bir yetişkin gerçekliğinde düşünmesindendir. Günümüz çocuklarının kaçı kendilerini bir leyleğin getirdiğine inanıyor? Artık bu “çocuksu” düşünceler, masallar ve şiirlerin konusu olarak görülüyor. Modernizmin ulaştığı ve endokrine ettiği toplumlar, modern bilimin güdümünde gerçekliği aklın tek kaynağı kabul eden, bunda da kıstas olarak istatistiği koyan bir dünyaya evrildi.
Çocuklar yetişkin dünyasına ait her bilgiyi çok kısa bir sürede öğreniyor. Okul ve medya bilginin iki mutlak kaynağı olarak kabul ediliyor. Pragmatik düşünce ve seküler ahlak anlayışı, çocuğun göklerden geldiğini değil de salt biyolojik etmenlerden doğduğunu resmî kayıtlara geçiriyor. Çocuk bedenleri siyasal ve toplumsal bir proje görülerek sistemin inisiyatifine bırakılıyor. Tıpkı yetişkinlerde olduğu gibi çocuğun gerçeklikle, hakikatle, Hakk’la olan bağlantısı zedeleniyor. Toplumsal bir tasarım olan çocukluk yine toplum tarafından yok ediliyor.
Çocuğu sadece biyolojik bir süreç ve toplumsal ve siyasal bir tasarım olarak kabul eden indirgemeci yaklaşım yerine onun metafizik yönüne ve kendi gerçekliğine de atıf yaparak çocuk algımızı değiştirebiliriz. Çocuğun evrenle, kozmosla olan “doğal” irtibatı mümkün olmadığı sürece çocukların trajedisi devam edecektir. Çünkü bu çağda çocuk yok, pek çok tasarımı, tanımı var; ama kendisi yok. Çocuğun olmadığı bu arazide ona haklar arama çabası bu çağa özgü paradokslardan biri olarak kalacaktır.
*Düzce Üniversitesi 2017 Çocuk Hakları Kongresi’nde akademik bildiri olarak sunulmuştur.
[1] Philiple Aries ünlü eseri Centuries of Childhood’da (Çağlar Boyunca Çocukluk) çocukluğun 17.yüzyıl öncesinde ayrı bir kategori olarak Batı toplumlarında görülmediğini, endüstriyel ilerlemeye bağlı olarak değişen aile yapısına bağlı olarak çocukluğun görünür olduğunu iddia etmiştir. Aries’in çalışması aldığı eleştirilere rağmen çocukluğun toplumsal bir kurgu olduğu, evrensel olmadığı tezini geçerli kılmıştır.